6 Eylül 2017 Çarşamba

2017 senesi- 5 sene ara verdikten sonra bu günlüğe geri döndüm

Sevgili hayali okurlar, internet bu kadar gelismemisken tutmaya başladığım bu günlüğe yeniden yazma kararı aldım. Çünkü bu gece hiç uyuyamiyordum ve gizlilik sebepleriyle herkesten saklamak istediğim bu sanal sayfanın düşüncelerimi düzenlemeye ve etrafımdaki potansiyel arkadaşlarımla sohbet etmeye eskiden ne kadar yaradığını fark ettim. Elbette hiçbir zaman kitap yazamadim ve yetmezmiş gibi kitap okumayı da tamamen bıraktığım için. Neyse ki murakami roman yazarı olmaya 30undan sonra başlamış ben de belki istesem yapabilirim ama hayvan gibu değişen şu yeni dünyamızda kimsenin benim önemsiz, bunalımlı guncelerimi okuyacağını da sanmıyorum belki eski arkadaşlardan birkaçı okuyabilir. Şimdi 5 sene boyunca yazmaya ara verdikten sonra eminim bütün eski blog dünyası ne oldu diye merak ediyordur. Bu yüzden hemen anlatayım.

1. Başıma ne geldi?

2012 senesinde avukatliga başladıktan sonra hayatımın aşkı olacak olan, bütün gençliğimde acaba kim olacak diye merakla beklediğim kişiye rastladım. Onunla tanıştıktan sonra kendisini türkiye'de bırakarak fransa'ya insan hakları masteri yapmaya gittim. Bu hayatımın aşkı gerçekten de tam bu bunalım köşesine yakışır, mahvedici, yıkıcı, korkunç bir aşktı. Her zaman hafif depresyonda olmuştum ama bu sefer 30 kilo aldım sonra da ayrıldık. Doktora için ankaraya taşındım sonra daha çok kilo alıp iyice kafayı siyirdim sonra iş buldum ve işimi çok seviyorum. İsim gereği her daim acı ve felaketlerin içindeyim. 2011 yılında bir yazı yazmışım. Babam o zaman 2012de kıyametin kopacağını, çünkü maya takviminin bittiğini ve deccal ile mesihin kıyasıya savaşacağini ama sonunda dünyamızın kökten değişeceğini söylemişti. Dünyamızın bu garip haline bakarsak haklı da çıktı. Ancak garip bir şekilde babam bana o şakayı yaptıktan sonra bu inanç benim için her anlamda her şeye temel oldu. Dünyada kıyametler kopar ama düzelir, kişisel anlamda insanlar kafayı siyirir ama sonra ortalık süt liman olur ve ateşkes imzalanır. İsim gereği her daim felaketler yaşamış ama güçlü insanlarla karşılaştığım için her daim bu iyimserlikteyim.

2. Blogda adı geçenler ne yapıyor?

Babam akciğer kanserine yakalandı ama şimdi atlattı.

Bu sene halalarimdan ikisi ve amcam vefat etti.

Kardesimle yaşamaya başladım çok mutluyuz.

Arkadaşlarımı sonra yazarım aklıma geldikçe. Hepsi çok iyi.

31 Temmuz 2014 Perşembe

Ruby Sparks ve kötü kadın Müzeyyen

26 yaş bunalımları aynı zamanda kadınlık bunalımlarına dönüştü. Bu başkalarında da böyle midir yoksa, bir önceki yazımda dediğim gibi ben mi kendi dandik dertlerimi politize ediyorum, azıcık aklımla "özel olan politiktir" filan diyerek en olağan durumları dramatize ediyorum, bilemiyorum.

Geçenlerde bir arkadaşımla buluştum. Avukatlığı yeni bırakmış, şimdi yüksek lisans yapacak. O da benim gibi çeşitli zamanlarda çeşitli bürolardan atılmış, bana benzeyen bir kızcağız. Dedim ki: "Kadın olmanın kendisiyle ilgili sıkıntılar çekmeye başladın mı?" İç geçirerek: "evet" dedi. Sürekli etrafına bakarak kendine rol model gibi bir şey aramaktaymış. Ben de Google'a "evlenmek için doğru zaman nedir?" yazdığımı anlattım, gülüştük.

Ona sürekli kendimi garip bir biçimde çok suçlu hissettiğimi, geçmişte cinsel tacizlere ses çıkaramadığımı değişik suçlamalara ve sözlü tacizlere ses edemediğimi, artık kendime hiç saygı duymadığımı, Strazburg'daki odamın 13. katta olduğunu, zaman zaman aşağıya bakıp atlamayı düşlediğimi ama bunu sadece hava civa için düşündüğümü, aslında yaşamayı çok sevdiğimi, bunun geçici bir dönem olduğunu, inşallah atlatacağımı ama kendi içimdeki kendimi aşağılayan seksist laflarla savaşmanın biraz zor olduğunu anlattım. Acaba bunun adı şımarıklık mıydı?

Özel hayatımı burada anlatmam ayıp ve haksız olur ama sadece yazarak, anlatarak ve konuşarak rahat edebilen tiplerdenim. İnsanları özel olarak suçlamadan ve detayları vermeden, genel olarak hissettiğim şeyleri yazacağım. Şimdi biriyle çıkmaya başlarsınız, ne kadar şişman ve saçma salak bir insan olsanız da zaman zaman sizi sevenler olur. Bu kişiler bazen sizi kafalarında melek gibi, bebek gibi, hayatta sonsuz eşleri gibi görürler, sizi adeta kafalarında yaratırlar ve size aşık olurlar ve başlarda her şey çok güzeldir. Ama siz onu her an hayal kırıklığına uğratabilirsiniz ve o zaman bencil, suçlu ve kötü bir insansınız. Siz dünyanın en kötü suçunu işlediniz, bir erkeğin aşk konusunda HEVESİNİ KIRDINIZ. Bu durumda siz Ruby Sparks karakteriyle kötü kadın Müzeyyen arasında gider gelirsiniz, çünkü şu an feminizmin temel derdini açıklıyorum: KADIN İNSAN GİBİ GÖRÜLMÜYOR. :D (Bunları yazdıktan sonra erkek arkadaşım çok kırıldığını belirten bir mail atıp bana "of ne mıymıy insansın bu kadar söyleneceksen ne işin var benimle?" diyebilir ama inşallah demez).

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Aşk acılı bir yoldur

26 yaşındayım, şu ana kadar insanların duygularını anlamaya duyduğum merak, aşkta doğru veya yanlış inanışlarıma ve gurur duygularıma nazaran ağır bastığından, beni reddeden, terk eden veya aldatan bütün kişilerle sonradan hep arkadaş olmuşumdur. Beni 'üzen' bu kişilerle uzun uzun aşktan bahsetmek en büyük zevklerim arasında gelir. Duygularımızı bir kenara bırakıp hislerimizi entelektüelize, kalp kırıklıklarımızı biraz politize ettiğimiz gibi acı çeşitlerini de kategorize ederiz. Ne zaman farklı bir acı çekmeye başlarsam eski göz ağrılarımdan biri hemen "daha neler göreceksin neler" der. Duygularımızdan arınıp eşitlendiğimizde, özünde hiçbirimizin diğerinden üstü olmadığını anlarız. Çünkü hem 26 yaşında bir insan hakları öğrencisi hem de post modern teorilere gönül vermiş zamane insanı olarak şuna inanmam kaçınılmaz değil mi, önce bir oturup karşımızdakini dinlemeliyiz zira etrafımızda ne kadar çok insan varsa, dünyada o kadar çok renk vardır. (Çoğulculuk! Avrupa Konseyi! Farklılık! Şaka şaka.)  Neyse, farklı farklı kişilerle bu uzun konuşmalardan çıkardığım şey şu oldu: aşkta acı çeken veya çektiren iki taraf yoktur. Aşkta istisnasız HERKES acı çeker. Çünkü aşk, kendi başına çok üzücü, çok yıpratıcı, çok berbat bir şeydir, bunun istisnası yok gibi bir şeydir. Sadece farklı şekillerde acı çekeriz.

Büyük üstat Madonna'nın da dediği gibi: "Bana de ki, aşk gerçek değildir, sadece yaptığımız bir şeydir." Aşk gerçek olmasa da, acılar gerçektir. 13 yaşında kalbim felaket bir yangın yeri misali yanarken bir büyüğümün sözleri bana ışık tutmuştu: "Rüyanda yangın görürsün, korkuyla uyanırsın, alevler gerçek değildir ama korkun gerçektir." Bu sözler, duygularımı her zaman ciddiye almam için bana bir uyarı niteliğindeydi ve bu tarihten sonra gerçeklikle hiç uğraşmadım. Sadece duygularıma kulak astım ve hatta gerçeklikle uğraşmadığım gibi iyi veya kötüyle de hiç işim olmadı. Çünkü iyi veya kötü denen şeyin gerçek olmadığını biliyordum.

Daha önce dediğim gibi, aşk bir acı tarlası, bir işkence odasıdır ve bu acılardan kurtulmada tarafınızın bir önemi yoktur çünkü acılar çeşit çeşittir. Aşkta en az 100.000 çeşit acı vardır ve insan yaşamı ilerledikçe, kimi zaman bazı acıları kayırarak, ama çoğu zaman farklı farklı türleri deneyimleyerek bir sürü acı çeker. Beyinde acı ve zevk merkezlerinin yakın olduğunu söyleyen sado mazoşistleri haklı çıkarmak için midir bilinmez ama aşk çok berbattır ve Madonna'nın da dediği gibi "yine de bunu yaparız".

Ben de siz okurlarıma aşkta çektiğimiz acı çeşitlerinden bir seçki hazırladım:

1. Reddedilmek
2. Terk edilmek
3. Aldatılmak
4. Çok sevmek ama yine de tam sevememek
5. Vicdan azabı
6. Merhaba hüzün (Françoise Sagan'ın yetişkinliğe geçiş olarak tanımladığı kendini artık pek de sevememe, her şeyi berbat etme hali)
7. Kararsızlık
8. Gönülden bağlı olmak ama kafaca ayrı düşmek
9. Hiç sevmemek ama tutkuyla bağlı olmak
10. Pişmanlık

Hepsi insan için, hepsi bizim için. Şimdi bunları sırasıyla yaşamaya başlayın, sonra insanlardan nefret eden, sadece hayvan veya çocuk seven, kalp kırıklıklarını politize, hislerini entelektüelize, insanları ister istemez kategorize eden, geçmişe bakıp bakıp iç geçiren, buruk insanlar olun benim zavallı, sevgili okurlarım...


8 Haziran 2014 Pazar

Dilekçe veya tez yazmak neden bu kadar zor?

Yazı yazmayı onca seven ben, konu dilekçe veya tez yazmaya gelince psikolojik bir çöküş yaşıyorum her zaman. Karşı tarafın dilekçesini okurken içim içimi yiyor, hele de davayı benimsemişsem! İstediğim, savunduğum bir konuda tez yazıyorsam işin argümantatif kısımlarına gelince kafam karışıyor, fikirler, savlar flu bir duman içinde kaybolup gidiyor, sanki beynim panik atak geçiriyor. Tartışmak istemiyorum.
Kendimi anlatmayı ancak beni seven, yumuşak bakan, kucak dolusu sevgiyle sarmalayan bir çift gözün karşısında yapabiliyorum. İspat zorunluluğu, not verilmek, belli sayıda sayfada fikrimi ve kendimi ispatlamak, bunlar beni çok endişelendiriyor. Dostların yanında birbirimizi doğrulayarak kendimi anlatmak varken birtakım şekil kurallarına tabi bir şekilde okuyanın kafasına bir takım fikirleri sokmak? Aman kalsın.
Savunmadığım fikirler için iş daha basit çünkü o zaman yazdığım metinde benden eser yok, sadece teknik bir çalışma yürütmüş oluyorum, konu beni ne kadar heyecanlandırmazsa, müvekkile ve yazacağım şeye ne kadar inanmazsam o kadar iyi. O zaman rahatım. İçerik olarak hiç katılmadığım, ama hukuki olarak sağlam ve biçim olarak düzgün metinleri kolayca yazabiliyorum. Ama ne zaman ki benim için anlam ifade eden bir konuda yazı yazmam gerekiyor, o zaman karnıma ağrılar giriyor, huzursuz bağırsak sendromum başlıyor, tuvaletten çıkamaz hale geliyorum.
Çok güzel bir yazı yazmak istiyorum, çok derli toplu, çok keskin, çok haklı. Çünkü haklı olduğumu bilmek bana büyük bir heyecan veriyor. Ama karşımdaki kişi kötü niyetli olacakmış, hemen beni susturacakmış gibi geliyor. O yüzden hızlı hızlı anlatıyorum, iknaya çabalıyorum, ama keşke böyle bir durum hiç başıma gelmeseydi demekten de kendimi alamıyorum.
Tez yazmak değil şarkı yazmak istiyorum, kendimi ispat etmek değil sevdirmek istiyorum, ikna etmek değil tatlı tatlı sohbet etmek istiyorum, fikirlerimin gücüyle değil, varoluş şeklimle ve uslubumla büyülemeyi arzuluyorum.
Yaşamda severek, sarılarak, öpüşerek duygularını sezdirmek, kucaklamak, çocuklarla oynamak, uzlaşmak fikirleri hoşuma gidiyor, çatışmak, kesin yargılara varmak, ispatlamak, fikirleri sıraya sokmak ise tamam bir yere kadar zevkli, ama tam olarak bana göre değil, bu yüzden dilekçe yazmak yerine amaçsız yazılar, kurgusal metinler yazmak daha çok hoşuma giderdi.
Yazıyı sadece yazı için yazmak istiyorum, yazı bir şeyin aracı bile olacak olsa, gönüller arası köprülerin, tatlı belleğin, hazzın aracı olsun istiyorum, oysaki dilekçelerin dünyasında tenselliğe, duygusallığa  ve mizaha yer yok, bunların olmadığı bir zekayı küçümsemiyorum, aksine seviyorum, ondan sıkılmıyorum ama dediğim gibi bu alana her girdiğimde korkuyorum, kendime güvenemiyorum, mutsuz ve gergin oluyorum zaman zaman.
Rekabetsiz, sahne gibi bir dünya düşlüyorum, yarış kulvarı gibi değil ama tiyatro sahnesi gibi.

Bu yüzden avukatlık değil sanat yapmak isterdim.

1 Mart 2014 Cumartesi

Lauryn Hill'i anlamaya çalışmak



Lauryn Hill'in Ex Factor şarkısını bilir misiniz? (Kesin duymuşsunuzdur). Zaman zaman o şarkıyı açar hüzünlenirim çünkü çok damar. Dedim ki ben de benzer ruhta bir şarkı yazmak istiyorum. Aşk yüzünden acı çekmeler filan. O zaman da Robert Green'in Baştan Çıkarma Sanatı adlı best seller'ını okuyordum. (Yanlış anlamayın, zaman zaman vakit geçirmek için Best Seller okumaktan bahsetmiyorum, ciddi ciddi baştan çıkarmak nasıl olur, birden bire nasıl muhteşem bir insan olurum diye o kitaba başlamıştım). (Bitiremedim). Neyse, orada da Tehlikeli İlişkiler filmine epey atıf vardı. Ben filmi izlemiştim ama çok da etkilenmemiştim, yani mesela kendimi aşık zavallı kızın yerine koymamıştım. Ama film başka bir şekilde ilgimi çekmişti. Amelie Nothomb'un "Ne Adem Ne Havva" kitabından dolayı. Kitapta yazar Amelie Nothomb 21- 22 yaşlarında, çocukluğunun geçtiği Japonya'ya taşınıyor. Orada yaşıtı olan Japon bir gençle tanışıyor, aşırı zengin, sessiz sakin, tatlı, saf bir çocuk. O yıllarda da bu film patlıyor. İzlemeye gidiyorlar. Yalnız şöyle bir durum var. Amelie çocuğa aşık değil (kitabın adı da o yüzden ne Adem ne Havva, ya bak işte bakkk). Ama çocuğu seviyor, yani sevmiyor da değil. Çocuğu "Samurayın kardeşlik selamlamasıyla kucaklayacak kadar" seviyor. Ama çocuk ona evlilik teklifi edince bunalıyor, Belçika'ya kaçıyor. Neyse Amelie daha kaçmadan bu ikisi Tehlikeli İlişkiler filmine gidiyorlar. Amelie çekim teknikleri, diyaloglar filan bunları beğenirken Rinri (Japon çocuğun adı) bütün filmde kendini Madame de Tourvel yerine koyarak izlemiş, filmin sonunda "O zavallı kadın, o zavallı kadın" diye ağlıyor. Amelie bunun sebeplerini düşünmek istemiyor... (Vicdan yapmamak için).

Kitabı üniversite 1'de okumuştum, o zamanlar ilgim Rinri'nin ve onun gibilerin üzerindeydi (durum pek değişti mi bilmiyorum). Hepimiz zaman zaman Amelie olmuşuzdur, ama açıkçası Amelie benim pek de ilgimi çekmiyor. Zalim aşklardan Lauryn Hillvari acılardan bahsetmek varken tutup da karşı tarafı yazmak bana abes geliyor. Yukarıdaki şarkıyı, bir Rinri'yi, bir Madam de Tourvel'i, bir Lauryn Hill'i anlamaya çalışırken yazdım, sevgili okuyucu. Ve işte "Oh boy" R&B tarzıyla başlayan muhteşem sözleri (İngilizcemi ilerletiyorum lütfen dalga geçilmesin):

Oh boy, when you look at me
When you look this way,
In this kind, but cruel manner
My heart is aching, breaking, I keep faking
Little joys, but actually I'm shaking with fear

Oh boy, I don't understand
Is this the end of the world, why do I feel so blue?
It's as if someone put some glue in my drink while I was away
And now I'm sticky inside, I can't get away
It's aching, breaking, I keep faking
Little joys, but actually I'm shaking with fear

Serbest çevirisi:

Ah oğlan, bana baktığında,
Böyle baktığında,
Kibar ama zalimce
Kalbim ağrıyor, kırılıyor, taklidini yapıyorum küçük zevklerin
Ama aslında titriyorum korkudan

Ah oğlan, anlamıyorum,
Dünyanın sonu mu geldi, neden bu hüzne kapıldım?
Sanki ben yokken biri içkime tutkal katmış,
Şimdi içim yapış yapış, kaçamıyorum
Ağrıyor, kırılıyor, taklidini yapıyorum küçük zevklerin
Ama aslında titriyorum korkudan


24 Şubat 2014 Pazartesi

BAZI İNSANLARIN SİZE KÖTÜ DAVRANMA SEBEBİNI AÇIKLIYORUM: ÇÜNKÜ ONLAR KÖTÜ İNSANLAR

(Aynı zamanda şerefsiz, namussuz ve reziller.)

Başlığa bakıp dalga geçtiğimi sandıysanız yanıldınız canımın içi okurlarım. Burada sizi üzenlerin, ahınızı alanların foyasını meydana çıkarmaya geldik. Şimdi, elbette siz de bir melek değilsiniz ve elbette herkes de sizi sevecek diye bir şey yok ama bazı insanların, daha doğrusu sevgisini kazanmak, onayını almak istediğiniz spesifik bir grup insanın size sistematik olarak kötü davranmasını anlamlandıramıyorsanız eğer, doğru yere geldiniz demektir.

 Bu kötü davranışlar genelde “objektivize edilir” (ne demekse). Yani karşınızdaki size der ki “Ben senin gibi insanlardan nefret ederim çünkü siz şöyle şöylesiniz.” İnternet trollerinde çokça karşılaştığımız, genelde kadınları hedef alan yaralayıcı söylemleri aklınıza getirin. Mesela karşınızdaki trol şişman ve çirkin kadınlardan nefret ediyordur. Dünyadaki bütün kadınların güzel olması gerektiğine inanıyordur. Kafasındaki bu ideal düzeni bozduğunuz içinse size kötü davranma hakkını kendinde bulur. Veya fikirlerini biraz ısrarla ve yüksek sesle dile getiren kadınların seks hayatında tatmin olmadığına inanıyordur. Tartışma sırasında ona göre fazla ses çıkardıysanız hemen size de histerik ve firijit demiştir. Veya ortaokuldasınız, şişman ve gözlüklüsünüz. Sınıfta bir kız var ve sürekli sizinle dalga geçiyor. Nedenini sorduğunuzda size diyor ki: “İnekleri hiç sevmiyorum, sen de ineksin, git öl.” (Ha, tamam o zaman, haklıymışsın cicim.)

Bu sözde mantık temeline oturtulmuş nefretin ne kadar anlamsız olduğunu anlamayacak kadar deneyimsiz bir kimseyseniz eninde sonunda suçu kendinizde ararsınız. Kötü niyetli eleştirileri çok ciddiye alır, bunlara üzülür, eleştiriyi yapan kişiye kendinizi affettirmeye, onun sevgisini, dostluğunu kazanmaya çalışırsınız. Siz bunun için çabaladıkça onlar elbette “ah canım, tamam, gel de seninle arkadaş olalım” demeyeceklerdir, aksine bu “zaafınızı” anlayacak ve daha çok üzerinize gelecekler. Oysaki burada yapmanız gereken Rebecca Black misali “HATERS GONNA HATE!” deyip geçmekti. (Türkçesi: Beni çekemeyen anten taksın).

Ben de zamanında “haters gonna hate” deyip geçmeliydim, ama sevilmeye, takdir edilmeye o kadar açtım ki, geçememiştim. Zira bir şeyi bilmekle bilgiyi içselleştirmek ayrı şeyler siz de takdir edersiniz. Şu yaşıma kadar objektif görünen nedenlerin, mantıklı görünen açıklamaların arkasına saklanmış gizli yıkıcı eleştirilere, zehirli saldırılara kalbimi bir yelkenli gibi açmış, geceler boyunca beni sevmeyenler ve hiçbir zaman sevemeyecekler uğruna ağlamıştım. Ben de sahipsiz bir kız olmadığım için, annem babam elbette “Kızım boş ver kendi kaybeder ay o sümüklünün dediğini ciddiye mi aldın?” demişlerdi, hem de kaç kez aynı şeyi söylemişlerdi, ama ben henüz bazı bilgileri içselleştiremediğim için zannediyordum ki o sümüklü objektif olarak ve son derece haklı, annemler de benim ne kadar haksız olduğumu biliyorlar da ben üzülmeyeyim diye öyle diyorlar.

25 yaşında, yabancı bir ülkede yüksek lisans öğrencisiyken başıma öyle bir şey geldi ki sonunda bu kötülüklerin benim kişiliğimle veya yaptıklarımla ilgisi olmadığını anlayabildim. İşin aslı, kötülüğü yapan kişi, bunu grotesk veya karikatüral bir duruma asla sokmamalıdır. Kötülüğünün görünürdeki açıklaması inandırıcı olmalıdır, bizi kendimizde bir kusur olduğuna inandırmalıdır, gerçi biz zaten buna inanmaya dünden meyilliyiz, ama sebepsiz kötülük, gerçekten sebepsiz göründüğünde, orda bir dururuz ve ihtiyacımız olan aydınlanma gerçekleşir. Bu bağlamda bu sene bana sebepsiz yere kötü davranan ve beceriksizliği sebebiyle bunda ölçüyü tam ayarlayamayan kişiye bir teşekkürü borç bilirim.

Bu senenin başında birinden hoşlanıyordum. Elbette bunu bastırmaya çalışıyordum çünkü sevgilim vardı. Derken çocuk bunu anladı ve yalnız kaldığımız bir anda benim ne kadar “socially awkward”, ne kadar tuhaf bir insan olduğumdan, kimsenin benimle arkadaş olmayacağından bahsetmeye başladı. Ben bu duruma isyan edince çocuk bana sarıldı ve beni odasına davet etti. Verdiğim sözsüz ve karışık mesajlar muhtemelen kafamın karışıklığından kaynaklanmıştı, bunun için çok üzgündüm elbette, ama sevgilimi seviyordum ve onu aldatmayı düşünmüyordum. O günden sonra çocuk bir daha benimle konuşmadı. Ezkaza konuştuysa ya bana gitar çalamadığımı söyledi, ya tuhaf bir insan olduğumu veya ben bir şey söylerken lafımın ortasında kafasını çeviriyordu. Onun yanındayken kendimi bir böcek gibi küçük ve savunmasız hissediyordum. Onun beğeneceği tarzda bir insan olmadığımı düşünerek hayıflanıyordum. Ona hep kibar, hep iyi davranmıştım, onu reddederken bile sebeplerini uzun uzun açıklamıştım, üstelik kendisinden hoşlandığımı, niyetimin onu üzmek, ezmek, yanıltmak, aldatmak olmadığını anlamış olması lazımdı, öyleyse suçum neydi de kendimi böyle kötü hissediyordum? Bu işkenceli durum (sevgilime olan bağlılığım ve devam eden ilişkimiz de göz önüne alındığında çoğu zaman önemsememeyi başarsam da) 3-4 ay sürdü diyebilirim.

Grotesk olarak tanımladığım olaya gelirsek. Sınav haftasıydı. Yüksek lisans sınıfımızda rekabet had safhadaydı. Çok stresli ve yorgundum. En önemli dersin sınavı berbat geçmişti. Bu sınavın çıkışında sınıftan birkaç kişi beraber içmeye gittik, bu çocuk da vardı. Yine insanların ortasında benimle alay etti, yine söylediklerim karşısında alaycı alaycı gözlerini devirdi. Gece sonunda aynı yöne gittiğimiz için mecburen beraber yürümeye başladık. Bana sınavımı sordu, ben de ne yazdıysam söyledim. Çocuk kahkahalarla gülmeye başladı. “İnşallah benim kâğıdımı seninkinden sonra okur, seviyeyi iyice düşürmüşsün, söyle bakayım söyle, başlığını tekrar söyle, sen bu yüksek lisansı kendi isteğinle seçtiğine emin misin?” minvalinden laflar. Zaten kendimi 25 milletten insanın arasındaki rekabette Erasmus öğrencisi gibi aptal ve kayıtsız hissediyordum, dedim ki “lütfen bu bahsi kapatalım.” O zaman da susuyordu, benimle konuşacak başka konusu yoktu sanki. “Sen ne yazdın?” dediğimde cevap vermiyordu. Şaka da yapmıyordu hani çünkü veda ederken yüzünde yine o iğrenç, küçümseyici gülümseme vardı.

Eve gelince o kadar çok ağladım ki göz pınarlarımda yaş kalmadı. Neden öylesine bir lafı bu kadar önemsediğimi ben de bilmiyordum. Sanırım esas sebep sınavlardan dolayı zaten stresli ve yorgun olmamdı. Üstelik, sanki, benimle dalga geçen sadece sınıf arkadaşım değil, onun şahsında toplanmış bütün kötü karakterlerdi. “Asla bu gece barda içki dağıtan güzel garson kız gibi dövmeli ve büyük memeli olamadın.” Diyordu bana bu ses. “Ama baksana iddia ettiğin gibi akıllı da olamıyorsun. Tek bildiğin şey boş boş duygularından konuşmak, ha bir de burçlardan.”

Yine de sınıf arkadaşıma bir Facebook mesajı attım. Bu yaptığın beni çok üzdü, neden böyle şeyler dedin, insanlara böyle şeyler denmeyeceğini bilmiyor musun, belki de iyi not alacağım nerden biliyorsun, yazdım. Ve şimdi size aydınlanmama sebep olan şeyi söylüyorum:

CEVAP VERMEDİ.

Bana biri böyle bir mesaj atsa ben cevap veririm abi. En iyi ihtimalle derim ki “yuh amma ciddiye almışsın kızım ben sana şaka yaptım.” Sen de böyle bir mesaja cevap verirsin okur. Buna cevap vermemek, kabalığın, kötülüğün grotesk halidir. Yalansa yalan de.

Ertesi gün arkadaşım Elsa’ya olayı anlattım. Dedi ki: “Oha, öküze bak.” “Bu arada Yaşlananöğrencicim, o çocuğun kadınlarla ilgili sorunları var. Bana da çok kaba davranıyor. Sanki erkeklere daha çok saygı duyuyor gibi. Ayrıca çok bencil ve duygusuz biri olduğu kanısındayım. Benden duymuş olma ama Julien da bunda hemfikir.” (Sonra Julien bana çocuğun etrafındaki bütün kadınlarla yatmak istediğini, neredeyse herkesle şansını denediğini söyledi, özel olmadığımı, yani çocuğun benden özel olarak hoşlanmadığını anlamak da aydınlanma sürecimde çok yardımcı oldu diyebilirim, çünkü sevgili okur, içten içe kötü bize özel olarak ilgi göstersin isteriz, oysa bize kötü davranan kişinin aslında bizimle kişisel hiçbir sorunu yoktur, bizden özel olarak nefret etmediği gibi bizden özel olarak hoşlanmıyordur da… O sadece kötücül ağlarına av arayan bir avcıdır, rastgele avlıyordur ve biz de bu ağa düştük. Özel olmadığınızı anlamak sizi üzmeyecek, aksine, çünkü KÖTÜNÜN SİZİNLE HİÇBİR ALIP VEREMEDİĞİ YOK, O SADECE KÖTÜLÜK YAPMAK İSTİYOR.) (Yani üzülmeyin sizlik bir durum yok.) (Kötülük derken biriyle sevişmek istemeyi kast etmiyorum, bu elbette tek başına kötü değil, ancak bir kişiye kendini cinsel- duygusal- akademik vb vb anlamlarda kötü hissettirmek için kullanılan bir araçsa kötüdür, tıpkı konuşmak, bakışmak ve beraber yürümek, e- posta veya Facebook mesajı yollamak gibi.)

Günler geçti, sınıf arkadaşımı uzun süre hiç düşünmedim, daha sonra onu yeniden gördüm, benimle tek kelime konuşmadı, sadece arada yüzüme bakıp sevecen bir şekilde gülümsedi. Ancak bu gülüşü bana eskisi gibi latif gelmiyordu. Bunun kötü insanların bir taktiği olduğunu anlamıştım:

Biraz iyi davran
Biraz daha iyi davran
Şişmansın de
Gönlünü al
Aptalsın de
Çok iyi davran
Sevgilisini çal
Özür dile
Annesine söv
Yok ya?



















(Kötülere ikinci bir şans vermemek konusunda Beatles'ın tavsiyesi: Not A Second Time)

Bu bir mucizeydi sevgili okurlar. Ona karşı hiçbir şey hissetmiyordum artık. Bütün ilgim, alakam, onun yüzünden yaptığım bir dolu öz eleştiri, birden, bıçak gibi kesilmişti.

Sadece ona karşı değil, bana kötü davrananlar ordusuna karşı da artık bir şey hissetmiyordum. Bana neden bunca kötü davranmışlardı? Belki de onlar sadece kötü insanlardı. Yani kötü demek de istemiyorum ama muhtemelen bir şey peşindeydiler, kendilerine olan saygılarının peşindeydiler. Ben ne kadar düşkünsem onlar da o kadar düşkünlerdi ama ben bunu Çekoslovakya gibi korkakça gösteriyordum, onlarsa ABD gibi hunharca. Bir madalyonun iki yüzüydük bu kötülerle biz, sevgili okur: mutsuzluk madalyonunun.

Ancak sevgili okur, mutsuz doğmadınız, mutsuzluk, küçük yaştan itibaren edindiğiniz bir alışkanlıktan başka bir şey değil.  Onu terk etmek aslında kolay, hepimiz çabalıyoruz, mutlu olmaya, kendimizi sevmeye. Mutsuzlukla savaş, içimizden gelen üzgün, intihara meyilli çığlıkları yatıştırmaktır, zihnimizdeki acımasız yargıların yaptığı sonsuz işkencelere bir yerde dur demektir. Peki, içimizdeki üzgün sesleri susturmaya çalışırken, bir de dışarı çıkıp “Yok mu beni mutsuz edecek bir babayiğit?”diye bağırmanın faydası var? Ve sen kadın okurcuğum, sen, feminist olmak isteyen, feminizmin mutluluğa giden bir yol olduğunu asla unutmamalısın. Mutluluğa giden yol da elbette kötülerin yatağından, onların sıcaklığından, onların dostluğundan geçmiyor. İyilerle takılınız, saygı gördüğünüz, dengeli ilişkiler yaşamaya gayret ediniz çünkü HATERS GONNA HATE canım.

Sizi acımasızca yargılayan insanlara karşı özel rep dansı eşliğinde aşağıdaki şarkıyı söyleyiniz:

17 Ocak 2014 Cuma

Aniden gelen yaşama sevinci- yaşamımızdaki ender aydınlanma anları

Erkek arkadaşım okumam için Micheal Ende’nin Momo adlı çocuk kitabını verdi bu yaz bana. Kitap, hayatı meditatif bir ruh halinde yaşayan küçük bir kızın ve genel olarak bir kasabanın yaşamının, birdenbire duman adamların gelişiyle alt üst olmasını anlatıyordu. Duman adamlar, gri takım elbise giyiyor, her daim sigara içiyorlardı ve kasaba halkını "zaman tasarrufu" yapmaya ikna etmekle görevliydiler. Ancak Momo bu zaman tasarrufunun aslında zaman hırsızlığı olduğunu anlayacak ve kasabayı kurtarmaya girişecekti. Kitap adeta bizi anlatıyordu, beraber olduğumuzda onun varlığını hissediyordum, meditatif bir ruh haline bürünüyordum. Nefesimi fark etmeden karnımdan alıyordum. Günlük sorunlarımın ötesinde, güzel bir yaşamın hissi doğuyordu içime. Ama en büyük düşman çalışma yaşamı ve stres ve sürekli bir şeyleri kaçırıyor olma hissi her şeyi bozuyordu. Tıpkı zihinden yer çalan arsız duman adamlar gibi…

Meditatif ruh hali nedir? Meditatif ruh hali genel olarak geçmişi, geleceği düşünmediğimiz, genelde kafa yorduğumuz şeylerin bize anlamsız geldiği, zamanın akışını adeta hissettiğimiz ve küçük Momo gibi saat çiçeklerinin açıp soluşunu izlerken “İnsanların zamanının bu kadar değerli olduğunu bilmiyordum!” diye haykırdığımız zamanlardır. Proust’un madlen yemesi gibi bu hissi takip ederiz, yakalamaya çalışırız. Bazen his bizden bir orgazm anındaki gibi kaçar, çünkü o nazlı ve geçicidir. Bazen de bir orgazm gibi aniden ve beklenmedik anda gelir, orda kalır, her şeyi unuturuz ve şunu sorarız kendimize:

Bu kadar kolay mıydı?

Ve düşünürüz, hayatta böyle şeyler de varsa ben neden mutsuzum?

Büyük bir tatmin ve huzurla ve elbette bu küçük meditatif anın tatlı anısıyla günümüzün geri kalanı geçer gider.

Bunu şöyle açıklayayım. Geçen gün bir meditasyon kursuna gittim. Meditasyon nasıl yapılır bilmediğimden hocanın dediklerini yaptım ve bekledim. Birden ellerim içten içe yanmaya başladı. Ellerimi hissediyordum ama nasıl desem, ellerimin içini hissediyordum. Hoca daha sonra eğer ellerim bir daha böyle yanarsa onları ağrıyan bir yerime koymamı öğütledi.

Yine başka bir zaman bir tane konsere gitmiştim. Foltz diye bir adam klarnet çalıyordu ve de yanında bir başkası darbuka çalıyordu. Bu ikisi öyle uyumlu bir melodi yakalamıştı ki ilk defa herhangi bir müzik sayesinde nefesim kesildi. Melodideki inişler, aksak ritimler bende kaydıraktan düşüyor etkisi yaratıyor, çıkışlar zirveye çıkmanın sabırsız tedirginliğini tetikliyor, bunların birleşimi ise adeta fiziksel bir zevk veriyordu.

Yukarda değindiğim gibi, birçok kişinin de deneyimlerine dayanarak söylediği üzere, hem içsel aydınlanmada, hem bir müzik eserini meditatif dinlemede, hem de insan orgazmında basit bir kural var: birincisi, aynı şeyleri yaparak onlara ulaşabilirsin. Yani meditasyonda da, bir müzik eserini zevk alarak hakkıyla dinlemede de, mastürbasyon yahut cinsel münasebet sırasında orgazma ulaşmada da bazı öğrenilmiş küçük davranışlar vardır ki bizi o istenen ruh haline taşıyabilirler. (Diyaframdan nefes almak, müziğe yoğunlaşmak, bazı dokunuşlar vb…) Ama bu davranışların hiçbiri yüzde yüz istenilen sonucu vaat etmez. Ve hemen hemen her zaman, istenilen sonuca varma beklenmedik bir şekilde ve aniden gerçekleşir ve şaşkınlıkla gözlerimizi yaşartır.

Bu bağlamda son yaşadığım “aniden gelen yaşama sevinci” meditatif deneyiminden bahsetmeme izin verin. Şu aralar fiziksel olarak kendimi çok kötü hissediyorum bu da ruhsal sağlığımı elbette olumsuz yönde etkiliyor. Genel olarak sürekli yakınan, başkalarından kendine dönük bir şekilde sevgi ve ilgi bekleyen bir insanımdır ama bu kötü özeliklerim şu günlerde özellikle baskınlaşmıştı. Bu yüzden dedim ki önce fiziksel olarak kendimi iyi hissetmem gerekiyor. Bu yüzden de Tibet Egzersizleri diye bir şeye başladım. Bir gün egzersizleri tamamlamış, AB Parlamentosuna okulca yapacağımız ziyaretten önce biraz gitar çalayım demiştim. Birden kulaklarım uğuldamaya başladı, gitarı bıraktım. Arkama yaslandım, bağdaş kurma ihtiyacı duydum. Ve de aniden gelen o yaşama sevinciyle odamın beyaz duvarlarına vuran gün ışığının, dünyanın arkaplan seslerinin, şakıyan kuşların, zamanın geçiş sesinin, odadaki geçmişimin, geleceğimin, bütün çağrışım ve kokuların, Madlen peşindeki yolculuklar misali, hepsinin farkına vardım. Bu, eskiden başıma çok sık gelen bir şeydi. 15- 16- 17 yaşında dahi neredeyse her istediğim an aniden gelen yaşama sevincini, zamanın akışını duyumsayabilmekteydim. Ama son yıllarda ve herhalde yaşlandığımdan, kafamda iki şey kalmıştı: geçmiş ve gelecek.

Geçmiş yani geçen yılların bilançosu, şimdi hiçbir anlamı olmayan acılar, üzüntüler, aşklar, çabalar. Rüyalarımda yaşlanma korkusu görüyordum, başarısızdım, başaramamıştım, o büyük şeyi olamamıştım. Gelecek, yani yapılması gereken şeyler ve sonsuz sıkılmak, sonsuz zevksizlik, seçme zorunlulukları, yaşamıma verilen notlar.

Aniden gelen yaşama sevinci böyle bir paradigmayla ne kadar mutsuz olduğumu anlattı bana. Neden her şey bu kadar basitken hiçbir şeyin anlamı sandığım gibi değilken anlam dünyam böyle bozulmuş ve çarpıktı? Kime ne ispatlayacaktım?

Eminim sevgili okuyucu, sizin de böyle meditatif aydınlanmalar yaşadığınız anlar olmuştur. Tek tavsiyem, o anların size anlattıklarına kulak verin.